Aldırma Ece, aldırma!

Etyen Mahçupyan'ın önceki gün Today's Zaman Gazetesi'nde çıkan yazısına Milliyet Gazetesi yazarı Nuray Mert'ten yanıt geldi.

Aldırma Ece, aldırma!
05 Şubat 2012 Pazar 16:13 tarihinde eklendi, 1.562 kez okundu.

 

İşte o yazı:

Meğer Ece Temelkuran bu ülkedeki kötülüklerin anasıymış!.. Laiklik mitingleri üzerine yazdıkları, sonra Kürtlere verdiği destek, hatta bahçesinde yetiştirdiği domatesler parmaklara dolandı, yetmedi o parmaklar şimdi boğazına dayanıyor. Belli ki, işinden olması yetmedi; hiç sesi çıkmasın isteniyor. Beğenmediklerini ölümüne gammazlayanlar bitti, şimdi ‘sesi kesilsinciler’ çıktı. Eskiden bu işlere tenezzül edenler hiç olmazsa, aydınlar, demokratlar nezdinde ipi pazara çıkmış, itibarsız insanlardı; şimdikiler bir de ‘demokrat’lık taslıyor.
 
‘Ergenekoncu’ tehdidi
Son olarak Ece’nin The Guardian gazetesine yazdığı ‘Türk gazeteciler çok korkuyor, fakat buna karşı durmalı’ başlıklı yazısına çok bozulan olmuş. Bir yazarın bu yazısını da, başkalarını da, genelde yaptığı tahlil ve yorumları beğenmeyebilirsiniz, tamamen yanlış olduğunu da düşünebilirsiniz; ama ‘parazit’, ‘ahlaksız’ vs. diye karalamak ne oluyor? Dahası, şimdilerde beğenmediğinizi ‘Ergenekoncu’ diye yaftalamak gibi bir yol tutturulmuş, tehdit gibi kullanılıyor.
 
Bu ne densizlik!
Etyen Mahcupyan tam da bu yoldan gitmiş, Ece’nin yazısına, Today’s Zaman’da (3 Şubat) ‘Hrant’ın Parazitleri’ başlığı altında vermiş veriştirmiş. Ece’yi ‘parazitler kolonisi’nin son örneği, ‘ahlaksız’, yazdıklarını ‘komik ve zavallı analizler’ diye tanımlamakla kalmamış, ultra-milliyetçi ve Ergenekoncu çevrelere yakınlıkla ve ‘yurtdışında Türkiye’ye ilişkin algıları yönlendirmekle’ itham etmiş. O da yetmemiş, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltına alındıklarında söylediklerini (‘Hrant için’ ve ‘Dokunan yanar’) kendilerini abartılı bir konuma sokmak olarak değerlendirmekle kalmamış, ‘iç dünyalarının derinliklerindeki zayıflıklara’ bağlamış. Bu ne tahammülsüzlük, bu ne kendini beğenmişlik, bu ne densizlik anlamak mümkün değil!
 
Kimin ne hakkı var?
Birileri Ergenekon davası ve Mahcupyan’ın deyimi ile ‘komplo’sunu hâlâ varlığını sürdüren derin devlet veya devlet içi yapılanmaların devamına bağlar, diğer bazıları derin devletin el değiştirdiğini ileri sürer, Dink davasının vardığı noktayı bu çerçevede değerlendirir. Konuyu farklı okumalar ve analizler olarak düşünmek yerine, beğenmediği yorumu ve yorum sahibini Ergenekon çevresine yakınlık Ergenekoncuların değirmenine su taşımak diye yaftalamaya kimin ne hakkı var? Böyle yaparsanız, diğerleri de size dönüp Ergenekon davasını, eski rejim ve uzantıları ile sınırlayıp mevcut rejimi temize çıkarmakla suçlar. Ben samimi amacı demokratikleşme ve geçmişle hesaplaşma olanların, tahlilleri farklı olsa da, işi birbirlerini karalamaya vardırmaması gerektiğini düşünenlerdenim.
 
Terfi ilahi bir tesadüf
Ama her şeyin bir sınırı var, işi Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı ruh hastalığı ile yaftalamak, Ece Temelkuran’ı ultra-milliyetçilik ve Ergenekon ile akrabalık’a vardırırsanız, size söylenebilecek o kadar çok şey var ki! Mahçupyan’ın yazısının Ramazan Akyürek’in terfisine denk gelmesi bile başlı başına bir ilahi tesadüf!
Mesele, sadece demokratlığı kendinden menkul Mahçupyan değil, genelde demokratlık adına estirilen ‘entelektüel terör’, kendine demokrat diyenlerin bu terör ile aralarına mesafe koymasının zamanı geldi de geçiyor. Ayrıca, Mahçupyan, ‘zavallı ve komik analiz’ okumak istiyorlarsa, kendi arşivlerinden daha zengin bir kaynak bulamaz diye düşünüyorum.
 
 
 
Etyen Mahçupyan'ın Today's Zaman'daki 'Hrant'ın parazitleri' başlıklı yazısı:
 
Hrant Dink cinayeti, Hrant'ı kendisinden başka bir şeye, genel bir amaç için kullanılan bir araca dönüştürdü. Bu dönüşümün ilk adımı, Hrant'ı, toplumla oluşturmuş olduğu duygusal bağları anlamsızlaştıracak düzeyde 'seküler bir solcu' olarak sunmak oldu. Böylece Hrant'ın, neredeyse toplumun üzerinde bir şahsiyet, aynı zamanda toplum dışında bir kahraman olarak yeniden kurgulandığına şahit oluyoruz.
 
Dönüşümün ikinci adımında, devlet, mevcut seçilmiş hükümetle yer değiştiriyor, böylece özgürlük mücadelesi ekseni AK Parti'ye yönelik muhalefet olarak inşa edilirken, Ergenekon davaları gayri-meşrulaştırılarak devletin yeniden canlandığını görmek için girişimde bulunuluyor.  Ancak, 'ideolojik ahlaksızlık' olarak etiketlenebilecek bu tutum, Hrant'ı temel alan bir faydacılıktan hareket ediyor ve onu basmakalıp, içi boş bir varlığa çeviriyor.
 
Türkiye'deki sol adına yapılan Hrant'ın anısını bir araca dönüştürmek,aslında derin bir saygı ve sukünet hak eden bir olaydan çıkar sağlamak için bir parazit kolonisinin onun üzerine üşüşmesinden başka bir şey değil. Buna benzer son vaka, köşe yazarı Ece Temelkuran'ın kaleminden çıktı. Temelkuran'ın, Guardian'da yayımlanan makalesi, hiç şüphesiz ki, Batı'daki seküler çevrelerden bazı olumlu tepkiler aldı. Fakat, Türkiye'ye aşina insanlar için, kendine inanç duyma arzusuyla, eksik algılayış ve kavrayışın bir bileşimi olan bu yazı, aslında yoz bir yazı tanımlaması dışında hiçbir şey hak etmiyor.
 
Temelkuran, makalesi için şu başlığı seçiyor: 'Türk gazeteciler çok korkuyor' ama bu tehdide karşı mücadele etmeliyiz. Bu sözcüklerden hemen anlıyoruz ki, Temelkuran bize sözde büyük bir cesaret örneğini, meslektaşları için bir liderlik standardını gösteriyor. Fakat, maalesef (bu başlığın) ardından çok kötü, işin gerçeği komik bir analiz geliyor. Bu analize göre, Temelkuran'ın Habertürk'ten kovulması hükümetin Hrant cinayeti kadar derine inen baskı stratejilerinin sonucu. Temelkuran'ın yazdıklarına göre, Hrant'ın takip edilmesine ve cinayetle sonuçlanmasına yol açan gerçek iradenin sahibi aslında hükümet. Temelkuran, tabii ki, birçoğunu itiraflardan bildiğimiz Ergenekon komplosundan veya AK Parti'yi sadece yarı-meşru olarak gösterme çabalarından veya diğer cinayetlerden bahsetmiyor. Bunun yerine, Ergenekon'u bir 'iddia' olarak sunuyor ve temelde, 'kaos yaratmak ve darbeye zemin hazırlamak' için girişim iddialarının yanlış olduğunu ima ediyor. Kısaca, Temelkuran'ın fikirleri bilindik ultra-milliyetçi tez çerçevesinde sunuluyor ve kelimeleriyle Ergenekon dünyasından ideolojik olarak çok da uzak olmadığını hatırlatıyor.
 
Birinin, bu çürük temellerin tepesinde 'dolaşmak' için bile, bir gerçeklikten diğerine atlamasını sağlayacak bir asma köprüye ihtiyacı vardır. Temelkuran, buna benzer bir köprüyü Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutuklanması vakasında kullanıyor. Temelkuran, sadece bu iki gazetecinin Hrant cinayetinin perde arkasında neler olduğunu araştırdığını söyleyecek kadar ileri gidiyor. Buradaki temel hatayı bir saniyeliğine bir kenara bırakırsak, Şener'in kitabı sadece bazı politikacıları değil, orduyu da koruduğu izlenimi veriyor. Şık'ın kitabı ise, bu konuyla hiç alakası olmamakla birlikte, temelde Gülen hareketinin devlet üzerindeki etkisini kanıtlamak için yazıldı. Şener, kendi yazdığı bir kitap için değil, Hanefi Avcı'nın yazdığı başka bir kitapdan dolayı suçlanıyor. Oysa problem, bu kişilerin yazılarının Ergenekon çevrelerinin işine yarıyor görünmesi ve biz hala gerçeği bilmiyoruz. Fakat, bu iki insanla ilişkili ana husus onların siyasi fikirleri veya bağlantıları ile alakalı değil. Şener'in tutuklandığında 'Hrant için' diyerek bağırması ve Şık'ın 'Dokunan yanar' sözleri -- eğer bu iki adamın kendilerini ne kadar önemsediklerini gösteren abartılardan ibaret değilse -- iç dünyalarındaki gerçekten çok derin zayıflıklara işaret ediyor.
 
Bu iki gazetecinin duruşmalarındaki şartlar hiçbir nedenle onaylanamaz. Temelkuran'ın mevzubahis gazeteden ayrılma sebepleri kamuyla paylaşılmalı ve bu nedenlerin akla uygun olması önemli. Ama, bu mağduriyet vakalarını ideolojik araçlar olarak değerlendirmek ve Hrant'ı bu çeşit bir ideolojik araç gibi kullanmak, sadece ahlaksızlık olarak tanımlanabilir. Çünkü sadece hakikatlar değil, vahşice öldürülen bir kişi de çarpıtılıyor ve ardından hakikatı yeniden inşa etmek için kullanılıyor.
 
Bu arada, Temelkuran yazmış olduğu kitabı Hrant'ın istediğini yazmayı ve İçişleri Bakanı'nın bazı utanç verici sözlerini eklemeyi de unutmuyor. Böylece, AK Parti bu bakanın seviyesine indirilirken, Temelkuran da kendisini Hrant'ın yanına oturtuyor.
 
Anlaşılan, 'Türk' gazeteciler aslında o kadar da korkmuyor. Tersine, bayağı cesurlar. Türkiye dışındaki algıları manipüle etmek için sıradan hukuksuzlukların ötesine geçmekte dahi tereddüt etmiyorlar.

Milliyet