Kabul, Ahmet Altan beni döver
Hayır, elbette Ahmet Altan’la polemik yapmıyorum. Ayrıca, ben kimim ki onunla laf yarıştıracağım? Ertuğrul Özkök’ün veciz benzetmesiyle, “usta ne derse, o... ”
Usta “ihsan” buyurmadı, topumuzu bir yazıda halletme gereği duydu.
Halletti.
Bir Ekrem Dumanlı’ya çaktı, bir bana, bir “yandaş medya”ya...
Sonra dönüp, yeterince Taraf gazetesi almayan THY yetkililerine verip veriştirdi.
Ustadır, her bir şeyi yapar.
Kaldı ki, ben, Ahmet Altan’ın kavga yürüttüğü mevzuda taraf değilim.
Bir taraftan bir tarafı tutmak zorunda kalsam, Ahmet Altan’ın tarafını tutarım.
Başbakan’lar çünkü, eleştiriden muaf değildir.
Eleştirilir...
Hükümetler yerden yere vurulur.
İcabında rezil kepaze edilir.
Bazen eleştirilerde kantarın topuzu da kaçabilir... Tolere edilebilir bir doz aşımıdır bu ve “usta yazar” Ahmet Altan da, ölçüyü kaçırdığı hususlar varsa, tolere edilmelidir.
Şu saptamayı da yapıp öyle devam edeyim:
Bu tür yazıların sakıncasını bilerek koyulduğum Ahmet Altan yazıları, kısa sürede “kötü şöhret” sahibi yaptı beni. Kaç gündür, büyük bir hayran ve taraftar kitlesinin lanetiyle dolaşıyorum.
Hani, “Lanetliydi ve üstelik bunu da biliyordu” diyordu ya Faulkner, bahtsız kahramanı Cady için.
Ben de artık lanetli bir yazarım ve bunu biliyorum.
Bu arada, hayran ve taraftar kitlesiyle ilgili küçük bir karartma yaptım...
Hakkımdaki “iyi dilekleri” (!) gizledim...
Çünkü, “Sen kimsin ki... ” diye başlayan “gönderilerin” büyük çoğunluğu “sinkaflı” sözcüklerle bitiyor... Daha müeddep ve düzeyli görünenlerinde ise “yandaş”, “yalaka”, “kaç paraya satıldın”, gibi bildik teraneler sıralanıyor...
Olsun...
Ben hak ettim.
Bir dokunulamaza dokundum. Masuniyeti korunmuş ağabeyimize laf soktum... Daha da vahimi, onu “nezahete” ve “ölçüye” davet ettim... Durumuma ve müktesebatıma bakmadan, “üstünlerin diliyle konuşmaması gerektiğini” söyledim.
Benim dert ettiğim husus şu:
Bir iddiadan, bir aidiyetten, bir ayrıcalıktan, bir soydan, bir boydan ya da müseccel bir kültür tercihinden gelen insanların “öteki”yle ilişkisi, ötekine bakışı, ötekini konumlandırışı problemli oluyor.
Bu neden böyle oluyor bilmiyorum ama dilleri de problemli bu arkadaşların...
Ustamız Ahmet Altan da, “problemli” bir dile sahip maalesef.
Kelimelere dans ettiriyor, müthiş metaforlar yakalıyor, imgeleriyle karıncanın belinden su alıyor, en kral eğretilemeleri yapıyor, “benzetme” sanatının harikulade örneklerini veriyor ama “üstünlüğün dilini” elden bırakmıyor.
Üstünlüğün diliyle konuştuğu için de, ötekini (kendisine benzemeyeni) aşağılama, ötekinde “nakısa” gördüğü hususiyetleri kaba bir lisanla dışlaştırma, ötekine kendi konumunu hatırlatma hakkına sahip olduğunu düşünüyor.
Seçilmiş olması hasebiyle hiç değilse asgari bir nezaketi hak eden Başbakan’a, teklifsizce “sen” diyebiliyor. Hem de tepeden bakabiliyor...
Hadi bunu yapsın da... “Kof kabadayı” nedir Allah aşkına? “Zavallı” nedir? “Acemi garson çırağı” nedir? “Kendi halkının üzerine bomba yağdıran adam” nedir?
Dediler ki, “Ahmet Altan’la polemiğe girme. Seni döver... ”
Döver biliyorum... İmgeleriyle perişan eder.
Fakat, birilerinin de şu “şişik ego”yu ve “mevzun kibri” hatırlatması gerekiyordu.
Ben hatırlattım, “Başbakan’ın yazarı” oldum.
Hadi olayım, benim gibi üçüncü sınıf yazarlardan bir şey eksiltmez.
Birinci sınıf bir yazar olan ustamız da egosunu biraz denetleyiversin zahmet olmazsa... Tamam, sanatçıdır, roman yazıyor, aşkı “deniz dibindeki mercan kayalıklarına” benzetiyor, hepimiz bayılıyoruz yazdıklarını okumaya, önünde şapka çıkarıyoruz ama ondan büyük Tolstoy var, Faulkner var, James Joyce var, Orhan Pamuk var, Adalet Ağaoğlu var.
Bir de bu durum var...
Ahmet KEKEÇ / STAR GAZETESİ